Osmanlı
padişahı Yavuz Sultan Selim Han ile İran Şahı İsmail arasında, 23 Ağustos
1514’te, Çaldıran Ovasında yapılan, tarihin en büyük meydan muharebelerinden
biri.
Akkoyunlu Devleti'ni ortadan kaldıran, Âzerbaycan, Irak-ı Arab ve İran’ı ele
geçirerek Ceyhun Nehrine kadar hududunu genişleten Şah İsmail, 1510’da,
doğudaki Sünnî Özbekler'i de yendikten sonra, Anadolu’ya yöneldi. Gönderdiği
dâî ve halifeleri vasıtasıyla yaptığı propagandalarda, Osmanlı hudutları
içindeki Şiîleri kendisine bağlamaya, fırsat buldukça da isyanlar çıkarmaya
başladı.
Yavuz Sultan Selim Han ise, Anadolu’yu bölüp parçalamak ve batıya açılan her
seferde Osmanlı'yı arkadan vurmak emelinde olan Şah İsmail’e, kesin bir darbe
indirmek niyetindeydi.
Nitekim bu gaye ile şehzadeler ve dahildeki fesatçıların işini halleden Yavuz
Sultan Selim Han, 10.000 azab askerinin hazırlanması için Anadolu’ya hükümler
gönderdiği gibi, bütün kuvvetlerin Yenişehir Ovasında kendisine katılmasını
emretti. Aynı zamanda Manisa valisi olan oğlu Süleyman’ı Edirne’ye getirterek,
Rumeli muhafazasında alıkoydu. Nisan 1514’te İstanbul’dan Üsküdar’a geçen Yavuz
Sultan Selim Han, Şah İsmail’in halifelerinden olup esir bulunan Kılıç adında
birisi vasıtasıyla, Şah’a, Farsça bir name gönderdi. Yavuz Sultan Selim Han bu
namede; Şah’ın Müslümanlığa aykırı hareketlerinden ve mezaliminden bahsederek,
kendisinin Müslümanlığı takviye ve mezalimi kaldırmak için faaliyete geçtiğini,
yaptığı işler sebebiyle Şah’ın katline fetva verildiğini ve kılıçtan evvel
İslâmiyet'i kabul etmesi lâzım geldiğini, bunun için Safer ayında İstanbul’dan
hareket ettiğini ve bizzat muharebeye hazır olacağını, bildirmişti. Elçi Kılıç,
Şah İsmail’i Hemedan’da bularak nameyi vermiş ve o da muharebeye hazır olduğunu
bildirmişti. Şah İsmail bu namesinde; “Er isen meydana gelesin, biz de
intizardan kurtuluruz” demişti.
Günlerce doğuya doğru yol alan Yavuz Sultan Selim Han, Şah İsmail ve ordusundan
bir haber alınamaması üzerine, bu mektuba ağır bir cevap vermiş ve demiştir ki:
“Davete icabet edip uzun yolları geçerek memleketine girdik, fakat sen meydanda
görünmüyorsun. Padişahların ellerindeki memleket, onların nikâhlısı gibidir,
erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının elini ona dokundurtmazlar.
Halbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, hâlâ senden bir
haber yok. Bundan sonra da saklanıp görünmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer
yerine yaşmak ve zırh yerine çarşaf giyip serdarlık ve şahlık sevdasından
vazgeçesin.”
Yavuz Sultan Selim Han, bu namesiyle beraber, Şah İsmail’in gönderdiklerine
mukabele olarak hırka, şal ve çarşaf gönderdi. Bir taraftan bu mektuplaşmalar
devam ederken, diğer yandan Yavuz’un ordusu, harap yollarda bin bir müşkülâtla
yol alıyordu. Bu durum, Şah İsmail ile muharebe aleyhtarlarına fırsat verdi.
Bunların yavaş yavaş askeri tahrik etmeye başlamasıyla, orduda fısıltılar
çoğaldı. Erzincan’a gelindiği zaman, asker, kumandanlar ve vezirler düşmanın
meydanda olmamasından dolayı daha ileri gidilmemesini ve geri dönülmesini
hükümdara söylemek istedilerse de, Padişah’ın Âzerbaycan’ın merkezi Tebriz’e 40
merhale yolları kaldığını belirtip o tarafa gidileceğini beyan etmesi üzerine,
korkularından seslerini çıkaramadılar. Fakat bu durumu Padişah’a arz etmesi
için, Karaman valisi olup Padişah’ın çok sevip itimad ettiği Hemdem Paşayı
gönderdiler. Hemdem Paşa, bu ısrarlara dayanamayıp Padişah’a, ileri gidilmemesi
hakkında ordunun mütalaasını arz etti. Ancak, şiddetle cezâlandırılarak,
yerine, ümeradan Zeynel Bey, Karaman beylerbeyi oldu. Padişah’ın bu hareketi,
vermiş olduğu katî kararın önlenmesine mani olmak içindi. Bunda bir ölçüde
başarı ve orduda sükûnet sağlandı. Bu arada Bayburt’u zaptetmek üzere Trabzon
sancakbeyi Mehmed Bey kumandasında bir miktar kuvvet yollandı.
Ordu, Eleşkirt civarına geldiği zaman, bu defa yeniçeri ocağı tahrik edildi.
Bunlar ayaklandıkları gibi, Padişah’ın çadırına; “Düşman meydanda yok, bu harap
yerlerde ilerlemek, askeri beyhude telef etmektir, geri dönelim” tarzında
yazılmış mektuplar bırakıldı. Hattâ daha da ileri giden yeniçeriler, bir sabah
Padişah’ın çadırına ok atacak kadar işi azıttılar.
Bu hâdise üzerine Yavuz Sultan Selim Han, derhal atına atladı ve yeniçerilerin
içine girdi. Askere hitaben; “Biz henüz kastettiğimiz yere varmadık, düşmanla
karşılaşmadık, dönmek ihtimali yoktur, hattâ bunu düşünmek bile hayaldir.
Teessüf olunur ki Şah’ın maiyeti kendi efendileri yoluna can verdikleri halde,
biz şerîat-ı Ahmediyye’ye muhalif hareket eden bunları yola getirmek için bu
serhatlara kadar gelmişken, bir takım gayretsizler, bizi yolumuzdan geri
çevirmek isterler. Biz, katiyen yolumuzdan dönmeyeceğiz. Ülülemre itaat
edenlerle, kastettiğimiz yere kadar gideriz. Kalpleri zayıf olanlar, ehlü
ıyâllerini düşünenler ve yol zahmetini bahane edenler, kendileri bilirler.
Dönerlerse dîn-i mübîn yolundan dönerler. Eğer bahane, 'düşman gelmedi' ise,
düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle beraber gelin ve illâ ben tek başıma
da giderim” diye atını ileriye sürünce, yaptıklarından utanan yeniçeriler,
Padişah’ı takip etmeye başladılar.
Hakikaten ordu, yiyecekten çok sıkılıyordu. Trabzon yoluyla gelmekte olan
zahire, kâfi değildi. Nihayet, akıncı kumandanı Mihaloğlu’yla
Dulkadiroğulları'ndan Şehsuvaroğlu Ali Beyden gelen haberler neticesinde, Şah
İsmail’in meydana çıktığı haberi alındı. İki ordu, 22 Ağustos 1514’te Çaldıran
sahrasında karşı karşıya geldi.
23 Ağustos günü, Türkiye’nin kaderini tayin eden tarihî günlerden biriydi.
Osmanlıların başarısızlığı, Orta Anadolu’nun Kızılbaş Safevîler'in eline
geçmesini sağlayacak, bunun neticesinde ise Şiî hareketi bütün Anadolu’ya
yayılacaktı. Çaldıran sırtlarından ovaya inen Osmanlı ordusunun merkezinde,
kapıkulu askerleriyle beraber Yavuz Sultan Selim Han vardı. Sağ kola Anadolu
Beylerbeyi Hadım Sinan Paşa ve sol kola Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa kumanda
edecekti. Yeniçerinin önüne azaplar sıralanmış ve onların önüne de beş yüz
darbezen top yerleştirilmişti.
Şah İsmail, sağ kola en büyük kumandanı Durmuş Han Şamlu ve Nur Ali Halîfe, sol
kola Diyarbakır Beylerbeyi Ustaclu oğlu Mehmed Hanı koyarak kendisi
muhafızlarıyla beraber geride, ihtiyatta kaldı. İki taraf kuvvetleri eşit
görünüyordu. Osmanlıların yaya, yani yeniçeri kuvvetleri çok muntazam olup,
buna mukâbil Şah’ın da 60.000 kişilik mükemmel süvâri kuvveti vardı. Osmanlı
kuvvetleri açlık ve sıkıntı içinde yaklaşık 2500 kilometrelik yolu kat edip,
yorgun bir halde gelmişlerdi. Şah’ın kuvvetleri ise zinde ve dinç idi; zaten
Şah’ın maksadı, Osmanlı ordusunu yormak ve sonra imha etmekti.
Harp, çok şiddetli bir şekilde başladı. Şah’ın sağ cenahı, şiddetli bir
hücumla, Osmanlıların sol cenahını bozdu. Beylerbeyi Hasan Paşa, bu sırada
şehid düştü. Bu bozgun, azapların, topların önünden içeri alınamaması ve
topların zamanında ateşlenememesi yüzünden meydana geldi. Ancak, sağ kol
kumandanı Hadım Sinan Paşa, tam zamanında topları ateşlemeye muvaffak oldu.
Hafif toplar, Şah’ın sol kol kuvvetlerini perişan etti. Ustaclu oğlu Mehmed,
öldürüldü. Bu arada merkezdeki yeniçerilerin, Şah’ın galip gelen sağ cenahına,
yoğun bir tüfek atışı başlatması ile Safevîler tarafında, tam bir bozgunluk baş
gösterdi. Bu sırada Şah İsmail, kurşunla kolundan yaralanarak atından düşmüştü.
Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmesi, an meselesiydi. Tam bu sırada, Şah’a
benzeyen ve onun gibi giyinmiş olan Hızır adında bir seyis, Şah benim diye
ortaya atıldı. Osmanlı birlikleri, bu adamı esir ederken, Şah İsmail, temin
ettiği bir atla, arkasına bakmadan Tebriz’e kaçtı. Hattâ burada da kendisini
emniyette görmediğinden, İran içlerine çekildi. Şah’ın bütün eşya ve karargâhı
ile beraber, hanımı Taçlı Hatun da esir edildi. Muharebe esnasında
Osmanlılardan, Karaman Beylerbeyi Zeynel Paşa ve Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa
ile beraber dokuz sancak beyi şehid oldu. Safevîlerden ise on dört beylerbeyi
ve dokuz sancakbeyi muharebe meydanında öldü.
Çaldıran’da kesin bir zafer kazanan Yavuz Sultan Selim Han, muzaffer bir
şekilde Tebriz’e girdi ve şehirde sekiz-dokuz gün kadar kaldı. Tebriz’deki
sanat erbabı, tüccar ve işe yarayacaklardan bin haneyi İstanbul’a naklettirdi.
8 Eylülde Cuma namazında, Tebriz şehrinde hutbe, Sünnî akîdesine göre ve
Sultân-ı iklîm-i Rûm Selîm ibni Bayezid ibni Mehmed bin Murad bin Bayezid adına
okundu.
Yavuz Sultan Selim Hanın, tamamen deha mahsulü bir taktikle, on iki saatte,
henüz hava kararmadan kesin netice aldığı Çaldıran Muharebesi, tarihin en büyük
ve nadir meydan muharebelerindendir. Çaldıran Zaferi, Anadolu’nun siyasî ve
içtimâî tarihi bakımından çok mühim sonuçlar doğurmuştur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)